“İsteyen tanrısıyla tanışacak ve istisnasız herkes sonsuz enerjiye sahip olacak”

Bu nasıl bir haberdi öyle! Tanrıyı görmek mi? Bundan daha büyük bir sevinç mi olur? Bir insanın yaratıcısını görebilmesi kadar ilginç ne olabilir di?

“Öyle bir geçmiş zaman ki… , ”   

Sen bilim adamlarına inanıyor musun? Öyle mi… Ben artık bunda çok seçiciyim. Kırk yalanları arasından tek doğruyu bulmak için kırk kez düşünüyorum. Siyasilerden farkları yok.

Seninle bu sohbeti yaparsak sende onlardan şüphe edeceksin.

Benimle geçmişe seyahat et. Çünkü sana acayip şeyler anlatacağım ve çok acayip şeyler göstereceğim. Şaşıp kalacaksın!

Konu, binlerce sene önce tahmini 18 bin sene evvel küresel ölçekte yaşanmış bir olay ile ilgili. Ama bu olay teee günümüze kadar tesirini sürdürmüş ve Dünya’nın sonuna kadar da sürdürecek olan bir hadise.

Binlerce sene önce yaşanmış bir olay seni neden mi ilgilendirsin?

Çünkü göstereceğim ve anlatacağım bilgiler birçok şeyi sorgulamana sebep olacak. Sen bilmiyorsun ama bil ki sen de dâhil herkesi aldatıyorlar. Bak buna yemin bile ederim. Yeminimi ispatlamama izin verirsen sana bunu net olarak ispatlayacağım.

Sonra emin olmak için sende araştıracaksın. Bu işler öyle yürür biliyorum -ki bunu özel olarak araştırmanı tavsiye ederim-. Sonra edindiğin hakikat bilgisinin kadim bir geçmiş olduğunu sende benim gibi iyiden iyiye kavrayacaksın. Ve belki de “Ama bu nasıl mümkün olabilir! Bundan insanlığın nasıl haberi olmaz? Bunu herkes bilmeli, birilerini haberdar etmeli “ diyeceksin. Belki tabi…

En yakınlarınla paylaşacaksın belki birkaç kişiye “e posta” atacaksın, belki yazının linkini bir yerlerde paylaşacaksın fakat inandırmak için elinden bir şey gelmeyecek. Üzülme, bilgi sadece merak edenler içindir. Sen kendi ayrıcalığının tadını çıkart.

Hazırsan gidelim.

Ama önce kemerini bağla kardeşim bu yol sarsıcı olacak.

Bilirsin Dünya’ ya mal olmuş bir hikâye vardır. Sanıyorum sen de dâhil herkes en az bir kere bu hikâyeyi duymuştur. Hani geçmiş zamanda hüküm sürmüş, çok ama çok gelişmiş iki medeniyet varmış, onların birine “Atlantis” diğerine ise “Mu” denirmiş.

 “Platon” başta olmak üzere (Platon da bu bilgiyi “Mısırlı” bir keşişten öğrenmiş) birçok ünlü filozof, birçok araştırmacı ve bazı bilim adamları bu iki kayıp kıtanın varlığına gerçekten inanmış. Üstelik Dünya üzerinde var olması gerektiği mevkileri için fikir tartışmaları da yapılmış. Günümüzde yine yapılmakta.

Platon “Cebelitarık herkül sütunları” üzerinden fikir yürüterek Kuzey Atlantik Okyanusu ile Afrika kıtası arasında olması gerektiğini önermiş.  Başka kimseler “Kıbrıs’ın” kayıp bir parçası olduğuna ve o kayıp kısmın Atlantis olduğuna inanıyor. Bir kısım kimse ise Platon gibi Atlantik Okyanusu’nda, Afrika ve Amerika kıtası arasında olduğuna inanıyor. Fakat hiçbiri ispat edemiyor. İnanıyorlar fakat bulamıyorlar yalnız inanmaktan da vaz geçmiş değiller.

Peki, sen inanıyor musun? Evet haklısın, eskilerin uydurduğu efsane. Ya onlar haklıysa?

Az evvel anlattıklarımda bir şey dikkatini çekti mi? Platon “Mısırlı” bir keşişten, bilgi almış ve Mısır Afrika kıtasında. Platon Afrika kıtası bölgesinde Cebelitarık dolaylarına işaret etmiş. Başkaları ise Kıbrıs dolaylarında olduğunu düşünmüş. Hepsinin ortak noktasına en yakın yer Afrika kıtasıdır.

Buradan ne mi çıkar?

Bak derler ki Ateş olmayan yerden duman tütmez.”

Bakalım o ateş nasıl bir ateş ve o duman nerede tütecek. İşte sana bu iki kayıp kıtanın gerçek hikâyesini anlatacağım.

Çok üstün bir medeniyet olduğuna kesin gözüyle bakılan bu iki medeniyetten “Mu” adlı kıtanın mevkisi için, Pasifik Okyanusu’nda olması gerektiği inancı en yaygın olandır. Zaten Pasifik’in o uçsuz bucaksız genişliğinin ve o derin boşluğunun başka bir izahı da yoktur. Adına ister MU densin ister NU densin fark etmez. Orada bir kıta olması gerektiği teorisi hep vardır. Atlantis ise, az evvel bahsettiğim mevkidedir.

Sana onların görsellerini göstereyim,

Bak bu “MU KITASI” Dünyada hüküm sürdüğü zamanlar tam olması gerektiği yerde. Fiziki olarak Amerika kıtasına bağlı durumdaymış. O kıtanın kayıp kısmının çapı, uydumuz “Ay” kadar.

Bak bu da nam-ı diğer “ATLANTİS” Hani hiç kimsenin bir türlü bulamadığı kıta. Çok tuhaf bir durum var. Aslında kaybolan MU kıtası ama aranan kıta neden Atlantis? Üstelik gözler önünde duruyorken bulunamayan yine Atlantis? Bu nasıl bir bilmece? Çok ciddiyim bu gerçekten çok ilginç… Kaybolan MU kıtası ama adından en çok söz edilen Atlantis.

İçinden şöyle mi geçiyor? “Oh ne güzel, adam çözümünü bulmuş, millet küçük bir kıta ararken o bilinen Dünya’ya Atlantis deyip işin içinden çıkmış.”

Az sonra böyle düşündüğün için seni pişman edeceğim. Latife yapıyorum. Öğreneceklerin yanın da bu ne ki? Seni birçok şeye tanık edeceğim. Ve dinleyeceğin her şeyi ret edemeyeceğin sağlam bir zemine oturtacağım. Sonra sen şimdiye kadar öğrendiğin ve inandırıldığın her şeyi sorgulayacaksın. Gözün açılacak.

18 bin sene evvel Dünya’da bizden önce böyle büyük bir medeniyet hüküm sürdü. Teknolojik ilerlemeleri bizim şu an icat edip hizmetimize aldığımız her şeyi kapsıyordu. Onlarda fazlası da vardı.

Biz modern medeniyetin en yüksek teknolojik sıçraması nedir diye sorsam, muhtemelen “Hadron çarpıştırıcısı ve Füzyon enerjisi” aklına gelir. Evet, biz medeniyet olarak bunları yaptık. Ve onları geliştirmeye de devam ediyoruz. Şimdilik Füzyon tepkimesinden elde edilen enerji kendisine harcanan enerjiden daha fazla, fakat bilim adamları bir çaresini bulacaklar.

Hadron çarpıştırıcısı içinde durum aynı. Onu da iyileştirecekler. Bu iyileştirmelerden sonra elde edilecek keşifler bilimsel ilerlemelerin yolunu daha da açacak. Öz parçacık olan “Tanrı parçacığını” bile görme ihtimali var. Çok süreceğini sanmıyorum belki sen bile tanrıyı görebilirsin.

Sence bu teknolojik sistemleri nereden esinlendiler, nasıl akıllarına geldi?

Mesela Hadron çarpıştırıcısı nereden esinlenildi? Basit bir deyimle “büyük patlamadan” esinlenildi deniliyor. Füzyon reaktörü ise Güneşin sonsuz enerjisinden esinlenilmiş.

Çok soru soruyorum biliyorum. Fakat ne düşündüğünü bilmek istiyorum. O sebeple, yine sence, bizden önce yaşamış o üstün medeniyette aynen bu süreçten geçmiş olabilir mi? Onlar da Hadron çarpıştırıcısı ve Füzyon reaktörü yapmış olabilir mi? Onlarda bizim gibi Füzyondan önce Fisyon Reaktörleri de yapmışlar mıdır?

Hayır mı?

Bende öyle düşünürdüm. Peki, neden hayır?

Hangi kültür olduğu fark etmeksizin Dünya genelinde var olan bir inanış var. “Akademik çevre hariç” eskiden çok gelişmiş yüksek bir medeniyetin var olduğuna inanan önemli bir azınlık var. Bu inanışların öncüleri öyle basit kimseler de değil,

Platon gibi çok değerli filozoflardan tut, teozofinin öncülerinden olan “Helena Petrovna Blavatsky” gibi kadın düşünürlere kadar birçok önemli isim var.

Bunların fikirlerinde kendilerine göre farklılıklar olabilir ama genel olarak mantık aynı. Eskiden yaşamış gerçekten çok üstün bir medeniyet olduğuna kesin inançları var.

Akademik çevre inanmıyor, inanan çevre ise delil gösteremiyor.

Şimdi ben, İnananlara inandıkları şeyin gerçek olduğunu ispat etsem, sence sevinirler mi? Tabi ki hayır. Çünkü onların tutundukları dal gizemini korumalı. Onların mutlulukları bir bilinmeze, bir gizeme olan saplantılı bağlılıkları ile orantılı. İnsan doğası şöyle değilmidir? Herkes bir kurtarıcı gelsin ister ve bunun için dualar edip adaklar sunar. Ama bekledikleri geldiğinde herkesten önce onlar ret eder. Çünkü süslü sözlerle hayalleri güzelleştiren soyut bir kavram, gerçeğinden daha güzeldir. Beklenen geldiğinde insanlar ışıl ışıl parlayacak, gözleri kamaştıran melek gibi birini görmek ister. Ama gördükleri kişi melek değildir ve parlamıyordur.

O yüzden “gerçekler acıtır” denir.

Gelelim kendilerinin realist olduğunu söyleyen akademik çevreye. Bu kesimin geçmiş medeniyetleri kabul etmeme sebebi “o medeniyetlere ait” elle tutulur gözle görülür bir kalıntı bulamamasıdır. Ya öyle bir kalıntı varsa? Hem de göze göz, dişe diş cinsinden gözler duran bir kalıntı varsa ne diyecekler? Ya ben o kanıtları hem elle tutulur hem gözle görünür biçimde önlerine koyarsam inanacaklar mı? Tabi ki yine hayır. Çünkü onlarda yüzlerce senedir dayatılan yalan tarihin mutlu azınlığıdır.

Onların da kabul edeceğini sanmıyorum.

Geriye bir kişi kaldı.

O kişi sensin. Sana bütün kanıtları göstereceğim. Umarım sen inanırsın.

Çok gelişmek daha çok gelişmeye gereksinim duymak demektir. Ölümsüz gibi yaşamak ise kendini yenilmez hissettirir. Çok gelişmek daha çok enerjiye ihtiyaç olduğu anlamına gelir. Mevcut imkânlar yetersiz gelmeye başladığında fazlasını yaratmak için tanrıcılık oynamak kaçınılmazdır.

Bu tanrıcılığı meşru göstermek içinse kullanılan sözcükler her medeniyette aynıdır.

“Tanrı en fazla bu kadar yaratabildi. Fakat bu bizim hayallerimiz için yeterli değil. Kendi enerjimizi kendimiz yaratacağız!” Bunu söyleyen Atlantis yönetimiydi.

Tanrının yarattığı insan, tanrıcılık nasıl olurmuş tanrıya göstermeliydi.

1 verip 10 almak için, 10 verip 100 almak için “reaktör” ve “çarpıştırıcı” gibi platformları geliştirmek üzere kolları sıvadılar.

Yalnız birileri bundan rahatsız oldu. O kadar rahatsız oldu ki bu işe derhal son verilmesini, bunun bir felakete davetiye çıkaracağını söylüyordu. Bunu söyleyen medeniyet ise tee Dünyanın öbür ucunda ki “MU” yönetimiydi.

Hayal kurmuyorum bunlar gerçek.

Mu yönetimi durumdan çok rahatsızdı. Mu’ ya göre Atlantis yönetiminin teknolojik Platformları, istenilen sonucu veremeyecekti. Çünkü her iki platformda Atlantislilerin onlara yükleyeceği enerjiyi absorbe edip kontrol altında tutacak yapıda değildi. Mu yönetimi bunu resmi ve gayri resmi sürekli dile getirdi. Atlantislileri bundan vaz geçmeleri için sürekli uyardılar.

Fakat Atlantis yönetimi Nuh dedi Peygamber demedi.

Öte yandan Atlantis kıtası halkı bu teknolojik yükseltmeden çok umutluydu, yöneticilerine güveniyor ve onları destekliyordu. Popüler isimler, doktorundan avukatına, mühendisinden mimarına herkes medyada bundan övgüyle bahsediyordu. Bilirkişiler her gün basın yayın aracılığı ile halkı aydınlatıyordu.

“Her şey çok güzel olacak ve yeryüzü bir gün ışıl ışıl parlayacak” diyorlardı.

Mu yönetimi neden buna karşı çıkıyordu ki? Tanrı aşkına en kötü ne olabilir di? Çarpıştırıcı, kütlesiz elementler üzerinde enerji denemeleri yapacaktı, Füzyon Reaktörü ise ekstra binlerce tonluk çelik duvarlar ile sapasağlam hale getirilmişti. Üstelik bozulsalar dahi ancak kendi platformlarına zarar verebilirdi. Hem verecekleri zarar 2,5 dakika içinde son bulurdu. Her şey hesaplanmıştı. Bütün hesaplar bu kadar şeffafken MU yönetimi neden bu kadar rahatsız olup ortalığı velveleye vermişti. Hiçbir kuvvet onları bundan vazgeçiremezdi. Mu yönetimi bundan politik olarak rahatsızdı. Kıskanıyorlardı…

Atlantis yönetimi “MU” yönetiminden önemli bir azınlığın, Pasifikte bir kıtanın içini tamamen boşalttığını ve dış kaplamasını Titanyum ile kapladığı haberini aldı. Bunun sebebini araştıran Atlantis yönetimi, kendilerinin Dünyaya vereceği muhtemel zarardan kurtulmak için bir sığınak yapıldığını öğrendi. Gülüştüler, hemen sonrasında Atlantis yönetimi Mu kıtasına sözcüler yolladı. Korkulacak bir şey olmadığını, bu kadar abartmalarının kendilerini komik duruma düşürdüğünü söylediler.

Atlantislilerin aldığı cevap: “Siz şimdi dalganızı geçip gülün eğlenin. Son gülen iyi güler” oldu.

Günler haftalar aylar derken seneler geçti. Bu zaman zarfında tüm platformlar yenilenmişti yeni yükseltmeler bilirkişilerce defalarca kontrol edildi. Ve en nihayetinde beklenen büyük gün de gelmişti. Artık Atlantis’i kim tutabilirdi?

Ve rekor denemeleri başladı, 1 verdiler 10 aldılar. Füzyon reaktörü beklendiği gibi çalışıyordu. Enerji ihtiyacı neredeyse her alanda bedava enerjiye dönüşmüştü. Reaktör çok iyi durumdaydı. Sonraki hedef 10 verip 100 almak ve her kuruluşa, her haneye bedava sonsuz enerji sunabilmekti.

Çarpıştırıcı ise birçok bilinmezi anlamaya yardımcı olmuştu. Üstelik öz parçacık maddesini anlamada önemli ipuçları elde edilmişti. Bir sonraki çarpıştırma bunu tamamen aydınlatabilirdi. Bu ne anlama geliyor biliyor musun? Bu bilinmeyen hiçbir şey kalmayacak anlamına gelir. Bilim adamları heyecanlı bir keşfin kapılarını aralamış olabilirdi. Bu keşif, parçacığın özünü, sen dahil tüm parçaları yaratan ilk parçacığı görmeleri anlamına geliyordu.

Nihayet artık tanrıyı göreceklerdi.    

Atlantis’te bunlar gelişirken, soydaş Mu yönetimi hiç boş durmamıştı. Pasifik Okyanusunda Dünyanın 1/4 üne tekâmül eden bir kıtanın içini tamamen oyup boşaltmış, dış kaplamasını ise Titanyum ile kaplamıştı. Kıtanın dışındaki aktif yaşam artık resmen içindeydi. Pasifik Okyanusunda tam teşekküllü inşa ettikleri bu yer altı şehrine, Dünyada ihtiyaç duydukları araç gereç teknolojik sistemler her ne varsa eksiksiz biçimde yerleştirip hepsini sağlama aldılar. O kadar ki, şu anda yeryüzünde gördüğün her hayvan dâhil ikişerli olarak kıtaya getirilmiş içeri alınmıştı. İçerisi dış Dünyadan farksızdı.

Az sonra olacakları okuyunca abartmadığımı göreceksin.

Atlantis yönetimi şaşkındı. Nasıl bir korku bir insana böyle bir şey yaptırabilirdi? Hem iddia ettikleri gibi herhangi bir sorun olmamıştı aksine Atlantis rekor denemesi yapmış ve platformlardan yüksek verim almıştı. Zaten Atlantis’in bu denemesinden sonra Mu tarafında sorunlar baş gösterdi. Bunca telaş ne içindi… Beklenen olmamıştı. Durum o kadar çirkinleşti ki, kimi karısını terk etti kimi kocasını. Evlatlar babalarından utanır oldu. Teker teker kopanlardan tut, topluca ayrılanlara kadar bu böyle devam etti. Kendinden emin bir azınlık hariç inancını bile terk eden olmuştu. Atlantis tarafı ise haklı görünüyordu.

Atlantis yeni bir haber servis etti.

“İsteyen tanrısıyla tanışacak ve istisnasız herkes sonsuz enerjiye sahip olacak”

Bu nasıl bir haberdi öyle? Duyanlar kulaklarına inanamadı, tekrar tekrar başa sarıp izlediler. Duyan duymayana haber etti. Tüm Dünya şoka girmişti! Şaşkınlıktan sevinecekleri şeyi bile unuttular. Tanrıyı görmek mi? Bundan daha büyük bir sevinç mi olur? Bir insanın yaratıcısını görebilmesi kadar güzel ne olabilir di?

Tüm yurtta bir bayram havası esti, yediden yetmişe, yetmişten yedi bine herkes hartalarca bunu konuştu. Televizyonlar, sosyal medya ve basın yayın bu haberlerle doldu taştı. Bilim adamları programlara çıkıp bilimin ne kadar çılgınca olabileceğini neşe içinde izah ettiler. Ve çarpıştırıcının bakımını yapıp hazırladıklarını da müjdelediler.

Evet, Atlantis’te işler beklenenden farklı ilerlemişti.

Birileri korkudan yerin altında yaşamaya başlamış, diğer taraf ise cesurca tanrıya randevu vermişti. Olacak iş miydi şimdi bu?

Atlantis yönetimi sonunda merakla beklenen tarihi verdi. O gün herkes tüm olan biteni canlı yayında izleyebilecekti. O günü ulusal bayram ilan ettiler. Her şey tamamdı ve hiçbir sorun yoktu. Her iki sistem tüm Dünyayı sonsuza dek değiştirecekti. Ve gelecek nesillere ilham olacaktı.

İşte geri sayım başlamıştı. Herkes aynı anda saymaya başladı, 10, 9, 8, 7, 6, 5, 4, 3, 2, 1. Herkes nefesini tuttu ve 2 dakika içinde istisnasız milyar kişi anında buhar oldu.

Tanrı randevuya sıcaklık katmıştı.

Öte yandan tanrının randevu saatini yakından takip eden Mu tarafı, beklenen saatten hemen önce telefonlarına sarıldılar, çekip gidenlerden geri gelmelerini istediler fakat giden gitmişti ve geri gelmeyecekti. Saat ise yaklaşmaktaydı…

Nuh adında bir adam kabaran okyanus dalgaları her şeye son vermeden önce, son bir umutla oğlunu aradı. Oğluna babasına inanmasını ve ona katılmasını istedi. Oğlu ise ona katılmayacağını bir sorun olacaksa bile yüksek dağların daha güvenli olacağını söyledi. Nuh çaresizce oğlunu ikna etmeye çalışıyordu ki bağlantı kesildi.

Bu işi en başından beri takip eden kişi Nuh’tu. Atlantis’i uyaranda Nuh’tu. Çünkü Nuh yüksek mühendisti ve Atlantisli meslektaşlarının aksine o, öyle bir enerjinin kontrol edilemeyeceğini iddia ediyordu.

Peki, Nuh neden kıtayı Titanyum ile kaplamıştı? Ve neden kıtanın içindeki demir yataklarını tamamen boşaltmışlardı?

Nuh üzgün ve yorgun bir halde içeri girip kapıları mühürledi. Artık Tanrı neye karar verirse o olacaktı.

Atlantis’in uyarıldığı felaket tamda buydu. Tanrı kendisiyle dalga geçecek bir toplumu sanki yeryüzünde hiç yaşamamışlar gibi anında silip süpürdü.

Yoksa onlar, karanlıkta(gölgelik-yer altı) öz parçacıklar(gamame-mikrogram-bulutsu) içinde Allah’ın ve kuvvetlerinin kendilerine gelmesini ve işlerinin sonuçlanmasını mı bekliyorlar? Öyleyse Allah her şeyi eski haline getirecektir.

Bu geliş öyle büyük soruna sebep oldu ki, bir daha asla geri alınamayacak bir şekilde zaman sıfırlamasına gidildi. Aynen üstteki ayette dediği gibi. Zaman sıfırlandı ve her şey eski haline döndü.

Evet. Bu okuduğun o meşhur büyük Tufan’ın öncesinde yaşanmış olanların kısa bir kronolojisiydi.

Şimdi seni aydınlatma zamanı!

Geçmiştekileri aydınlattığı gibi bizi de aydınlatacak olan şey, hata yapan bu iki teknolojik platformun kendisidir. Eminim Atlantis yönetimi yayıldıkları tüm şehirlerde birçok teknolojik benzer sistemler kurmuştur. Fakat dediğim gibi, bize ulaşan sadece bu ikisinden kalan coğrafik hatıradır. Elimizde bunlar var.

Yükseliş ve düşüş. Hiçbir şey güzel olmadı.

Bunlar her ikisinin koordinatları:

Afrika Sahra: 7CHC4HGW+CJ

Arabistan Sahra: GX48+63P, Nebak Suudi Arabistan

Bu koordinatları daha sonra haritalar arama kısmına kopyala ve iyiden iyiye incele…

Şimdi sana iki resim göstereceğim.

Bu resimler Afrika “Sahra’nın Gözü” ile Suudi Arabistan “Al Udeid” bölgesinin uydu fotoğraflarıdır.

İlk bakışta zamanla oluşmuş bazı jeolojik oluşumlar ifade eden bu iki şekil, aslında göründüğü gibi masum bir yeryüzü oluşumu değildir.

Al Udeid ’in görsel bilgisi sadece bana aittir. Bunu Coğrafik keşif olarak tüm Dünya’ya ilk kez ben açıklıyorum.

Sahra’nın Gözü ise herkese mal olmuş bir gerçektir. Fakat Sahra’nın Gözü’nün de gizlenen bilgisi yine sadece bana aittir.

Sana bunlarla geldim.

İşte bu hikâyede seni peyder pey böyle iki kadim bölgeye getirdim.

Farkı hisset, bilgiye sahip çık ve kendi ayrıcalığının tadını çıkart.

Hiç merak ettin mi? Afrika Sahrası ve Arabistan Sahrası neden böylesine “kupkuru” amansız bir çöl?

Bu “iki” coğrafya neden çölleşti ve neden bu çölleşmenin önüne bir türlü geçilemedi? Geçilememesi bir yana, çölleşme son sürat yayılmaya devam ediyor. Arabistan bulut tohumlama teknolojisi ile yapay yağmur ve kar yağdırarak çölleri yeniden kazanmaya çalışıyor. Bence başaramayacaklar. Tam başardıklarını düşündükleri anda yerin çok altından bir canavar gibi yükselen kuraklık, her şeyi yeniden silip süpürecek.

BU ÇÖLLEŞMENİN SEBEBİ NE?

Afrika’nın ve Arabistan’ın çölleşmesinin “tetikleyicisi” neydi?

Yer bilim ve iklim bilimcilerin ortak görüşüne göre Afrika’nın bu çölleşmiş bölgeleri bir zamanlar canlı bitki örtüsüne sahipti. Üstelik birçok göl ve belki bir iç denizinin olması da muhtemel. Öyleyse bu iki coğrafya NEDEN BU HALE GELDİ?

BU KURAKLIĞIN SEBEBİ NE!

Bilim adamları en iyi tahminlerini yaptılar.

Dünyanın Yalpalama Hareketi.

Sahra, birkaç yüz bin yıldır, Dünya’nın Güneş etrafında dönerken ekseninin yaklaşık 26 ila 27.000 yıl sapması ve Kuzey Afrika musonunun yerini değiştirmesi nedeniyle “20.000” yıllık bir döngüde çöl ve savan çayırları arasında dönüşümlü olarak yer değiştirmiştir.   

Sence bu ne kadar doğru olabilir? Afrika’ da ve Arabistan’da nehirleri, gölleri, barajları ve kocaman heybetli dağları ERİTMEK SURETİYLE kurutup, birçoğunu yerle bir eden şey gerçekten de Dünya’nın yalpalama hareketi midir?

Bu bana inandırıcı gelmedi. Hem de hiç!

Öyleyse soru işareti kalmasını istemeyiz.

Gel birlikte haritaya kuş bakışı bakalım.

Çölleşme iki ayrı kıtada olmasına rağmen “Sahra Çölü” tanımı, her iki kıtayı da kapsayacak biçimde tek isim altında toplanmıştır. Bu ise aslında şu demektir,

“bu iki bölge aynı zamanda benzer sebeple çölleştiler.”

İlk bakışta bizim için kuraklık ifade eden bu iki çöl, meraklı bir şekilde gözlemlenirse farklı anlamlar ifade etmeye başlar.

“Bakmak başka bir şeydir görmek başka bir şeydir”

Merceği her iki çöldeki en ilginç noktaya odaklayalım. Ve biraz büyütelim. Karşımıza çıkan görüntü şu.

Lütfen bu iki görüntüyü hemen geçme! Uzun uzun izle. Hafızan sana bunları resmettiğinde devam edelim.

Her ikisinin merkezi bir uçtan bir uca 2 km kadardır.

 

Fakat Sahranın gözünün merkezini çevreleyen iki çember daha bulunmakta. Şöyle ki, merkezi bir çember gibi çevreleyen bir alanı var. Onun çapı 27 km. Birde bu 27 km’yi çevreleyen bir çemberi daha var onun da çapı 100 km. Bu ölçümü birazdan ekliycem.

“Ve o kısım beni hayrete düşürmüştü, eminim sen de hayretler içinde kalacaksın.”

Bu iki şeklin üzerinde, mevcut formunu hiç bozmadan bazı hatlarını belirginleştireceğim. Her iki resmi tüm detaylarıyla incele.

Dikkat edersen Sahra’nın Gözü adlı yapının da Arabistan AL Udeid bölgesindeki yapının da kendi merkezleri, çevresine nazaran çok farklıdır. Her ikisinin de merkezinde bir yanma yaşanmış gibidir ve büyük bir şiddetle alevler içinde kalıp infilak etmiş gibi görünür.

Arabistan’daki reaktörün çevresini karartıp nasıl da küle çevirdiğine bak. Her ikisi de bir nükleer sisteme benzer fakat coğrafyada bıraktıkları iz farklıdır.

Biri kızartmış, biri yakmış

2 km merkeze sahip bu yapıların coğrafyada karşıdan karşıya bıraktığı geniş izleri, Sahra’nın Gözü 45, 50 km iken, Al Udeid ise yaklaşık 30 ila 35 km arasındadır.

Onların görselleri:

SAHRANIN GÖZÜ:

AL UDEİD:

Uzak çevresinde kararmış ve kızarmış noktaları temel alarak ölçüm yaptım. Eksiği vardır fazlası yoktur.

Al Udeid reaktörünün bulunduğu alanda çember tipli dalgalanma yoktur. Bunun sebebi oradaki reaktörün tipiyle ilgilidir. Onun da açıklamasını yapacağım.

Sana Dünya’daki çölleşme haritasını göstereyim.

5 çölümüz var bunlardan 4 ü çok kritik. 6 adet kuraklık sorunu yaşayan bölge var. Ufak tefek alanları saymıyorum. O 6 bölgenin kuraklığı günden güne artmaktadır. Öyle ki durumları gerçekten kritiktir. Her an ciddi bir çölleşme yaşanabilir. Altta haritanın sade halini incele ve çölleşmenin izini takip et, coğrafya sana bunu kademeli olarak resmetmektedir.

Afrika Batı Sahra bölgesinden başlayan çölleşme, Suriye’ye kadar etkili biçimde kendini göstermişken, Türkiye, Irak, İran, Afganistan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Moğolistan’ a kadar varlığını etkili biçimde sürdürmüştür. Daha ilerilere kadar ilerlemiştir onu az sonra yine harita üzerinde göstereceğim.

Arabistan Al Udeid bölgesinde başlayan çölleşme de yine aynı biçimdedir. Arabistan’dan başlayan çölleşme de yine Suriye ile çevre ülkelere kadar yayılmıştır. Öyle ki Avustralya dahi bundan nasibini almıştır. Göreceksin.

O yüksek enerjinin merkez geçiş noktasında bulunan bir iç deniz anında buharlaşmıştır. Ondan geriye sadece kocaman bir çöl daha kalmıştır. Alttaki resimde bunu görebilirsin. Yüz ölçümü Karadeniz kadar.

Şimdi harita üzerinde çölleşmenin izini küresel ölçekte takip edelim.

İnfilak yönleri “Doğu ve Güney”

Afrika kıtasında yaşanan dehşet, derinlerden gelen çok yüksek bir enerjiyle infilak ettiği zaman, doğu yönüne serbest kalan enerji, yerin altından ve yerin üstünden önce kendi coğrafyasını anında kızartmış. Ve anında bir yıldırım gibi Dünya’nın diğer ucuna gitmiş. Bu ilerleme esnasında ulaştığı tüm coğrafyaları kızartıp kuruttuğunu görebiliyoruz. Ki bu yanma durumu teee günümüze kadar devam eden bir sıcaklık sürekliliğidir.

Her sene artarak devam eden sıcakların, bizi boğma derecesine getiren yaz aylarının temelinde bu iki geçmişin çok büyük etkisi saklıdır. Mezopotamya’da hüküm sürmüş her imparatorluğun ve günümüz devletlerinin kuraklık ile mücadele etmesinde ve verimli yeni topraklar arayışlarının altında bu etken vardır. Aslında bu bir doktora tezi olabilir.

Aynı şekilde Arabistan AL UDEİD’ te de bir hata yaşandı. Yaptığım ısı yayılımı ve buna binaen kuraklık takibi sonuca elde ettiğim bilgi, burada yaşanan hasarın şiddeti Sahradaki hasardan çok daha büyük gözükmekte. Çünkü az sonra detaylıca açıklayacağım üzere AL UDEİD’ te bulunan Reaktör bir Füzyon Reaktörüydü. İnfilak ettiği zaman çok yüksek ısı, şiddetli basınç altında güney yönüne serbest kalmıştır.

Onlarca güneşin sıcaklığına eşit enerji, birkaç dakika içinde Dünya’nın etrafını dolaşmıştır. Bu dolaşımda hem güney, hem de kuzey kutbuna ayrıca çok etkili biçimde baştan sona Amerika kıtasına etkisini göstermiştir.

Avustralya en şansızlardan biri olmuş. Çünkü reaktörün açılan ağzının yönü Avustralya’yı net biçimde görmekte. Avustralya neden çölleşti neden sürekli yangınlar çıkıyor düşüncesinin başlıca sebebi bu talihsizliktir.

Atlantis yönetimi bu iki Platformu o iki bölgeye gelişi güzel entegre etmedi! Kendilerinin yüksek bir medeniyet olduklarını o iki platformun fay hatlarının geçmediği yerlere inşa etmelerinden yine görebiliriz.

Merkez üssü ve varış noktası arasında yaşam adına her ne varsa, vücutlarındaki bütün suyu anında kaybedip kupkuru kesildiler. Yeri gelmişken hemen belirteyim. Reaktör çalıştırılmasından elde edilen sıcaklık, Güneş’in kendi içinde dolaşan sıcaklıktan onlarca belki yüzlerce kat fazla olabilir.  İşte böyle bir sıcaklığın birkaç saniye içinde üzerinden geçtiğini düşün. “Noluyo?” bile demeden anında kül olurdun.

Sahra küresel ilerleme:

Afrika kıtasından başlayan bu akıl almaz enerji boşalımı, sence anında nereye kadar ilerlemiştir? Söyleyeyim, anında Amerika kıtasının kuzeybatısını vurmuştur.

Çarpıştırıcı neden böyle bir şeye dönüştü ya da böyle bir şeye nasıl dönüşebildiğini az sonra izah etmeye çalışacağım. Fakat! Çarpıştırıcının da, Füzyon Reaktörünün de halka anlatıldığı gibi masum bir şey olmadığını söyleyebilirim.

Haritada gördüğün ilerleme, enerjinin yüksek bir basınç altında kalıp yoğunlaşıp sıkıştığı merkezden infilak ettiği zaman, belli hat üzerinde bir yıldırım hızında ilerlemek zorunda kaldığını gösterir.

Afrika kıtasının tam batısından başlayan hareket 2 dakikadan kısa bir süre içinde Amerika kıtasının kuzey batısına ulaştı.

Enerjinin boşalım merkez hattı üzerinde kalan Amerika kıtasının batısı, işte bu her iki sebep üzere kuraklığa ve çölleşmeye maruz kaldı. Tabi geçtiği çizgi üzerinde çevresini de yakıp yıkıp kavurdu.

Çok yüksek bir enerji yoğunlaşması ve baskısıyla infilak eden her iki platform Dünya’yı önce yakıp kavurdu. Hemen peşinden kutupların hızla eriyip okyanus sularıyla birlikte karaları yutmasına sebep oldu. İstisnasız tüm kara parçaları üzerindeki yaşam formu önce anında yandı ve hemen peşinden sular altında kaldı. Atlantis gördüğün gibi yandı bitti kül oldu. Mu kıtası ise anında ortadan yok oldu. Peki, tüm kıtalar yerli yerinde duruyorken Mu kıtası neden yok oldu? Oysa hikâyemizde Titanyum kaplama ile kendilerini koruma altına almışlardı.

Bu kısmı biraz düşün…

Alttaki görsel enerjinin nereden başlayıp nerelere ulaştığının görüntüsüdür.

Şimdi bir nesli yok eden, bir nesli ise Dünya’dan kopartan ve onlardan sonra doğan bizi de günümüze kadar etkileyen bu iki şiddetli platformunu inceleyelim.

2 tip reaktör modeli var. Biri Fisyon diğeri Füzyon reaktörüdür. Bir şey daha var buna ise Hadron çarpıştırıcısı denir.

Uranyum reaktörleri patlama yaşamaz erime yaşar. Öyleyse bu ikisi Fisyon reaktörü değillerdi. Elimizde kalan Füzyon reaktörü ve Hadron çarpıştırıcısıdır.

Coğrafyadaki konumlarına bakalım ve kendilerinden geriye kalan izleri inceleyelim. Böylelikle hangi sistem nerede çalıştırılmış tespit edelim.

Öncelikle Sahra’nın Gözündeki anormallikleri yorumlayalım.

Kırmızı hat içerisinde çok büyük kırılmalar kopmalar ve yarılmalar var. Tüm coğrafyada böylesine benzer hasarlı başka hiç bir bölge yok. Sanki bir şey o bölgeyi parça parça kopartmış gibidir. Haritalardan detaylara kendin bakmanı tavsiye ederim.

Binlerce km alanı böylesine harap edecek kuvvet ne olabilir? Çünkü bu kuvvet oradaki bir takım dağları tepeleri yerinden söküp atacak kadar şiddetliymiş.

Kendi coğrafyasını harap etmesi yetmiyormuş gibi, neredeyse tüm kıtayı silip süpürmüş Dünyayı ise amansız bir etki altına almış.

Burası, işte tamda burası bir şiddet merkeziymiş. Moritanyalılar ve o bölge halklarının burayı nasıl tanımladıklarını biliyor musun? Sahranın Gözünün olduğu mevkie “Tanrının Toprakları” derler. Onlara göre o göz Tanrının yeryüzündeki gözüdür. Tanrı eski çağlarda o topraklara zuhur etmiştir. Bak gördün mü? Öğretile gelen anlayış dahi oraya yerleştirilen halkın aklına kazınmış bir hakikattir.

Şimdi Göz ve çevresine yakından bakalım.

Bu parçalanmış alan, kaş ve göz bize bir şey anlatıyor.

“1” numara diyor ki;Bende onlarca km büyüklükte yerinden sökülüp atılmış eksikler var. Benim parçalarımdan geriye kalanları bulur musun?”

“2” numara diyor ki; “Ben bir kaş değilim o gördüğün de kaşımdaki doğal bir güzellik değil. Bende devasa bir faça var. Beni paramparça edip nasıl erittiklerine bir bak! ”

Sahranın gözünün kayıp yüz ölçümü. Tahmini 60.000 kilometrekaredir. Haritalardan coğrafyayı gözlemlersen yerinden sökülerek kopmuş devasa yarıkları ve erimeleri ve de parçalanmaları görebilirsin.

Oraya bu kadar büyük hasar verecek ne olmuş olabilir? Nasıl bir enerji yaratıldı?

Coğrafyanın bozukluğundan anlaşılıyor ki daha önce burasının üzeri kapalıymış.

Peki, soru şu! Bu medeniyet dağların içine yerin çok altına teknolojik olarak ne inşa etmiş olabilir?

Yerin çok altına inşa edilen bilimsel teknoloji Hadron çarpıştırıcısıdır.

Coğrafyanın bizden istediklerini yerine getirmeden önce Hadron çarpıştırıcısı nasıl olurmuş onu görelim.

Hadron çarpıştırıcısı yerin altında böyle görünüyormuş. Yerin 100 m altında olurmuş.

BU HADRON ÇARPIŞTIRICISI ŞEMASIDIR. Yerin 100 m altına böyle inşa edilmiş.

Şayet Sahranın Gözünün üzeri kapalı olsaydı nasıl olurdu?

Bu dairesel yapılar Sahranın gözünün dairesel yapılarıyla önemli benzerliklere sahiptir. Her ikisinde de aynı hatlar mevcuttur. Şimdi her ikisini kıyaslayalım.

Resmi büyüttüm sende bir bak.

Nasıl şimdi bir şeyler netleşmeye başladı mı? Böylesine bir benzerlik insanı şaşırtmaya yeter. Başka bir benzerlik ise şuydu. Hadron’ un çapı 27 km idi. Sahranın Gözü’ de 27 km idi.

Bunu nasıl açıklarsın? “Artık dikkate değer.”

Bunun açıklaması şudur. Bu bozuk coğrafya bize burada daha önce bir Hadron çarpıştırıcısı olduğunu resmeder.

Bu göz daha önce bir Hadron çarpıştırıcısı mevkisi ise, bunu eskiden olması muhtemel doğallığı ile yeniden şekillendirelim ve coğrafyanın bizden az evvel istediklerini yerine getirelim.

Sahranın gözünün eskiden olması muhtemel haritasını düzenledim. Bu görsellerde barajların, vadilerin, tepelerin ve görkemli dağların buharlaşıp erimeden önceki tahmini hallerini resmetmeye çalıştım…  Ve ondan geriye kalan parçalarını buldum.

Birkaç olasılık

Hadron çarpıştırıcısını neden dağların altına yaptılar?  Çünkü Hadron çarpıştırıcısı kozmik ışınlardan korunması gerekir. Bizim bilim adamlarımız da aynı şekilde yerin 100 metre altına yaptılar. Tehlikenin farkında mısın?

Belki sende Tanrının sıcak bir kucaklamasını görebilirsin.

Demek o sebeple o devasa dağ kümesi kökünden sökülüp küçük bir kıyamet yaşatmış.

Bak sana geçmişten ibretlik bir medeniyetin fiziksel izlerinden bahsedeyim. Gerçi artık buna tesadüf diyorlar ya neyse…

1972 yılında Fransa’daki bir fabrika Gabon’dan uranyum ithal etti. Fabrika ithal ettiği uranyumu incelediğinde büyük bir sürprizle karşılaştı, çünkü uranyum çoktan rafine edilmiş ve kullanılmıştı. Doğal uranyum izotopu U-235, nükleer yakıtta bulunan yüzde 0,7202 bölünebilir bir malzemeye sahiptir. Fakat Afrika’dan ithal edilen uranyumum izotop yüzdesi 0,7171’ di. Yani bu, bu uranyumun daha önceden kullanılmış olduğu anlamına geliyordu.

Bilim adamları dikkat çeken bu fenomeni anlamak için Gabon’da toplandı. Birtakım araştırmalar yaptıktan sonra bu uranyumun bulunduğu yerde, bugünkü modern bilimin bilgisini aşan ve çok gelişmiş bir nükleer reaktörün bulunduğunu keşfettiler.

Bu reaktör 500.000 sene çalıştırılmıştı. Nobel ödüllü bilim adamı Dr. Glenn T. Seaborg (Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Komisyonu eski başkanı) bu buluşa binaen; “Doğal konsantrasyonlar nükleer bir reaksiyon için yetersizdir. Bugünkü kaya uranyum izotop konsantrasyonu yüzde 0,7171 iken 2 milyar yıl önce kaya uranyum izotopu U-235 konsantrasyonu %3 idi. Bu da gösteriyor ki böyle bir reaksiyonun ancak yapay olarak ve insan eliyle gerçekleşmesi mümkündür. Bu bulguları iyice incelediğimizde önümüze çıkan tablo, milyonlarca sene evvel Gabon’da teknoloji ve bilim bakımdan bizden daha üstün bir medeniyetin yaşamış olmasıdır.” İfadelerini kullanmıştır.

Peki “Gabon Cumhuriyeti” nerede? Afrika kıtasında. Demek Afrika kıtasında. Ne demiştik? ATLANTİS için varsayılan mevkiler için hep Afrika dolaylarında olduğu düşünülüyordu. Peki Gabon’da nükleer bir tesisin izleri var mı? Evet var. Hikâyelerde Atlantis teknolojik bir medeniyet miydi? Evet öyleydi. Peki Hadron Çarpıştırıcısını nerede kullanmışlar? Afrika’da. Peki füzyon reaktörünü nerede kullanmışlar? Arabistan yarım adasında. Peki toplumlar eskiden tek millet miydi? Evet tek milletti.

 O zaman bu ne demektir? Afrika ve Asya kıtası yani bilinen Dünya tek bir milletten oluşuyordu. Onun da efsanevi ismi “Atlantis” idi.

Dumanı tüten ateşin nerden tüttüğü böyle bulunur.

Aklına şu gelebilir. “Bizim medeniyetimizi bu kadar basite almanın ne âlemi var? İşte Hadron Çarpıştırıcısı ve füzyon reaktörünü biz de yapmışız.”

Evet öyle. Ben de onu diyorum. Eskilerle aynı hataya sürükleyecek olan bir başlangıç yapmışız. Üstelik tam da onlardan kopyalamak suretiyle. Sana en başta bir soru sormuştum, demiştim ki: Sence bu teknolojik sistemleri nerden esinlendiler, nasıl akıllarına geldi?

Mesela Hadron çarpıştırıcısı nereden esinlenildi? Basit bir deyimle “büyük patlamadan” esinlenildi deniliyor. Füzyon reaktörü ise Güneşin sonsuz enerjisinden esinlenilmiş. Deniliyor… YAA DEMEK ÖYLE…

Bu resimde gördüğün şey, Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi “CERN” dir. İsviçre ile Fransa sınırında yer alır. 12 ülkenin katılımıyla 1954 senesinde kurulmuştur. Dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarıdır. Adı “HADRON” dur.

Bu da onların iljam aldığı yer. Yaklaşık 20 bin sene evvel Afrika’da Atlantis medeniyeti tarafından kurulmuş olan “ATRON” dur. Tamam bu ismi şimdi ben uydurdum. Atlantis’in “AT”ı, hadronun “RON”u. Valla cuk diye oturdu.  “ATRON

Bilim adamlarımız Hadron Çarpıştırıcısını 27 km’den 100 km alana büyüteceklermiş. Plan buymuş. Sahra’nın Gözcü’nde de 100 km uzunlukta halkaları mevcut. Bilim adamlarının 100 km resmi krokisini gördüğümüz zaman biz de Sahra’nın Gözcü’ne güncelleme çekeriz. Şu an teoride bir sürü tahmini plan var, onları referans almak yanlış olur. Ki bende o büyük felaketin bu 100 km yükseltmesinden sonra olabileceğini düşünüyorum.

Neyse belki yapamazlar belki yaparlar. Yaparlarsa sen artık gerçeği biliyorsun. Yaptıklarını görsen de görmesen de bil ki bu da dünyayı bir felakete sürükleyecektir. Çünkü gelecek geçmişin aynısıdır, geçmiş geleceğin aynasıdır.

“Tarihayatekerrür.”

Arabistan Al Udeid’ de bulunan ise Güneş’i ilham almış bir füzyon reaktörüydü. Burada Sahra’nın Gözündeki gibi çember tipi dalgalı yer şekillerinin olmaması o reaktörün yerin derilerinde inşa edilmediğini anlatır. İnfilak ettiği zaman Sahra’nın Gözü gibi toprağı yukarı doğru dalgalı biçimde şişirmemesi bunu anlatmaktadır. Onu da şöyle resmettim.

Reaktörü bir tesisin içinde resmettim, çevresine fazlasıyla zarar vermiş olduğu için elimden bu kadar geldi. Hemen yanında muhtemelen soğutma işlemleri için havuzu var. Birde 2.5 km civarında baraj var. Barajın ağzının parçalanıp kırıldığı zaman kırıldığı yerde izleri var. Kırık parçalar ise biraz ileride. Haritalardan detaylara bakabilirsin.

Hani en başta sana bir yemin etmiştim. Sen de dâhil herkesi kandırıyorlar demiştim. Şimdi anlamışsındır. Gördüğün gibi her şey alenen açık seçik sergilendi. Ve gördüğün gibi Atlantis’i doğruladım. Bilinmeyenler öğrenildi ve bir efsane böylece açığa çıktı.

PEKİ “MU” ülkesi nerede? Hiçbir fikrin yok değil mi? Bak sana onun nerede olduğunu anlatayım. Dur ondan önce şu anımı anlatayım. “MU” kıtasını bulana 1 milyon dolar ödül vereceklerini duymuştum. Bunun doğruluğunu bilmiyorum fakat ben doğruymuş gibi davrandım. Mu kıtasının en önemli araştırmacısı “James Churchward” adında bir İngiliz’ dir. Geçmişte bu adamın Mu kıtası üzerine tüm araştırmalarını detaylıca okuyup inceledim. Şunu söylesem yanlış olmaz. Bu hususta sanki James Churchward’ın gölgesi oldum. Onun hatıratları ile gittiği her yere gittim. Bu adam Mu ülkesini bulmaya ömrünü adamış -ama bulamamış-.

Dedim ki, bu 1 milyon dolar ödül gerçekten varsa, en çok o hak ediyor. Ama adam hayatta değil. Tuttum Mu kıtasının nerede olduğunu e posta olarak onun torununa attım. Çünkü o da dedesinin izinden gidiyor MU kıtasını arıyordu. Onun internet sitesini inceledim dokümanlarına baktım mücadelesini gördüm. Neyse, adam bana mail atmış.

“I don’t know Turkish, please write in English” geçmiş zaman oldu sanırım böyle demişti. Oysa ona konunun başlığını İngilizce atmıştım. O ise merak edip bir tercüman bulup çalışmayı okuma zahmetine bile girmedi. Kendi bilir. Neyse salla gitsin.

Gelelim Mu ülkesine, Atlantis hikâyesinden anlamışsındır ki bu teknolojik tesisler gümlediğinde küresel çapta bir yıkıma sebep oldu. Onun adına literatürde “tufan” denir.

Herkes önce susuzluktan yanarak boğuldu sonra şaka gibi birde hemen peşine su ile boğuldu. Allah verdi mi verir.

Herkes boğulup yok olduysa “soy” nasıl devam etti? Soy dediğim zaman ilk önce kendini düşün sonra hayvanat aklına gelsin. Senden yola çıkalım. Herkes yok olduysa sen nasıl oldun?

Cevabı kolay. Sen varsan demek ki tufandan kurtulan birileri vardı. Bilimsel konuşan bazı kimseler bu kısmı şöyle anlar. Tufan tüm küreyi sarmış olamaz. Soy yok olduysa bize nasıl varız? Acaba senin var oluşun ortadan kaybolan Mu ülkesi sakinleri üzerinden olmasın? Sen var olduğuna göre ve elde başka seçenek olmadığına göre, elimizde kalan tek seçenek Mu ülkesidir. Ama kesinlikle Dünya’da olamazlar. Çünkü ortada ne ülkeleri var ne de kendileri.

PEKİ, NEREDE OLABİLİRLER? Ya da neden bulunamıyor?

Çünkü bilim adamları doğru yere bakmıyor. Baksa da bunu geçmişle bağdaştıramıyor. Durumu anlayanlar ise olayı çarpıtıyor. Bunları da salla.

Biz kendimize bakalım. Bak şunu iyice özümse!

Sadece doğru soru sorarsan doğru cevap alırsın. Doğru cevap ise doğru başlangıca götürür, doğru başlangıç ise doğru sonuca götürür.  Anahtar doğru soruyu sormaktır. Doğru soru ise doğru kapıyı açar. Bu bir denklemdir.

Beni takip et. Seni Mu kıtasına götüreceğim.

ATRON parçacık çarpıştırıcısı bir şeye sebep oldu.

Tanecik (ayetteki MİKRO PARÇACIK) hızlandırıcı nedir? Parçacık hızlandırıcıları yüklü temel parçacık “elektron, proton, pozitron, anti proton, mü-on vb.” demetleri istenen kalitede ve hedeflenen enerjilere hızlandıran donanımlardır. Parçacık hızlandırıcıları doğrusal (linak) veya dairesel olarak iki sınıfa ayrılırlar. Bizimki dairesel. Devem ediyorum. Burada yapılan işlem belirli bir frekansta sürekli tekrarlar ile bir elektrik alan değişimi elde edilmesine olanak sağlar. Elektrik alanın değişmesi sonucunda radyo dalgaları yayılmaya başlar. Yayılım yapan radyo dalgaları parçacıklar ışık hızına çok yakın bir süratte hızlandırır. Elektrik alan sayesinde hızlandırılan bu parçacıklar, süper iletken mıknatıslar yardımıyla yönlendirilir ve ışık hızına yakın bir süratte bir birine çarpıştırılır. Ve böylelikle ortaya muazzam enerji çıkar.

Sana bir fotoğraf göstereceğim. Bu gördüğün resimde 5 km genişlikte bir çarpma etkisi taşıyan krater var. Mevkisi ise, bir alttaki fotoğrafta.

ATRON çarpıştırıcısı neye sebep olmuş olabilir? Tanrıcılık oynayan hırslı bilim adamları burada her ne yaptılarsa hesaba katmadıkları bir aykırılığa sebep olmuş olmalı. O meteor izi, tamda oraya bir çekim alanı oluşturmuş gibi düşündürüyor. O krater izine dikkatli bakarsan yukarıdan bir yerden şiddetle tam da o bölgeye çekilmiş.

Bu aykırılık tüm küreyi alt üst edip, büyük bir tufanı tetikleyecek kadar büyük sonuçlar doğurmuş. Haydi, seninle bir de Arjantin’e tam PASİFİK’İN kıyısında MU ülkesinin yakınında olan “Campo del Cielo”ya gidelim. Orası çok uzun zaman önce adeta bir meteorit yağmuruna tutulmuş alandır. Bunlar öyle basit ufak tefek meteorit değildir. Orada tek parça halinde binlerce ton demir kütleler var. Tam da Mu ülkesinin yanında, Pasifik’in kıyısında.

Dünya’da bulunan en ağır tek parça meteorit kütleleri arasında, 30,8 tonluk Gancedo ve 28,8 tonluk El Chaco olmak üzere iki büyük parça yer alıyor. Bunlar tespit edilenler arasında en ağırları. Tabi onlarca ton ağırlığında başka meteoritler de mevcut. Ayrıca okyanusa düşenleri kimse bilmiyor. Belli ki bir anormallik sonra binlerce ton ağırlığında demir kütlesi yeryüzüne çekilmiş. Tam da bizim kayıp kıtanın yanına düşmüş.

Pasifik Okyanusu’na gömülmüş olabilirler mi? Bunun için yeterli çalışma yapıldı. Gelişmiş denizaltılar ile Pasifik Okyanusu’nun zemin taraması yapıldı. Mu ülkesinden iz dahi yok. Bu mantıken de anlaşılabilir. Şayet Mu ülkesi Pasifik’e batsaydı, o bölge böylesine derin olmazdı, çok daha SIĞ olurdu. Dünyanın 1/4’ ünü kapsayacak kadar büyük olan bir ülke nereye gitmiş olabilir? Küresel bir tufan oluyor ve bir ülke ortadan kayboluyor…

Kaybolmak yok olmak demek değildir.

Tufan ve Mu kıtası…

Pasifik Okyanusu’nun o geniş boşluğu için geçmiş zamanda ortaya atılan bir teori vardı.

“Maymunlara fısıldayan adam” Charles Robert Darwin’in oğlu, matematikçi ve gökbilimci Sir George Howard Darwin, 1800’ ler de şöyle demiş. “Dünya’nın ilk dönemlerinde bir parçası kopup Ay’ı oluşturmuştur. Pasifik Okyanusu işte bu kopmanın geride bıraktığı izi taşımaktadır.”

AH CANIM! Bu adam zır deli değilse nedir?

Darwin “AY” için böyle söyleyince hızını alamayan bir başka deli şöyle söylüyor. Bir komplo teorisyeni olan “David Icke” Ay ile ilgili konuşmasında şöyle söyledi.

“Ay sandığınız şey değil.”

Biz Ay’ı ne sanıyormuşuz ki?

Bak ünlü Astrobiyolog gökbilimci Carl Sagan demiş ki “Ay yapaydır.”

Bu da delirmiş olmalı. Ay nasıl yapay olabilir? Ay’ın yapay olması demek onun bir insan eliyle yapılmış olması demektir.

Dr. Gordon McDonald ise Ay için şunları söylemiş. “Ay’ın içi boş. Ay homojen bir küre değildir.”

Adamlara deli falan dedik fakat hepsi ünlü ve içlerinde ödüllü bilim adamları var. Delilik böyle bir şey sanırım. Yoksa yine ateş olmayan yerden duman tütmez gerçeği ile mi karşı karşıyayız?

TAMAM! Hadi bir anlığına onların düşüncelerini kabul edelim. Böylece ne kadar deli olabileceklerini teşhis edelim.

Onlar böyle söyledi fakat bu fikirlerine AY tarafından destek olacak bir karşılık var mı?

Tarihte Ay ile ilgili bütün dokümanlara baktım ve yine enteresan bilgiler buldum.

İlki, Jules Verne’in “Ay Sakinlerini Seyahat” adlı bilim kurgu filmi. Bu film çekildiğinde, Ay’a çıkmaya daha 67 sene vardı.

Filmin içeriği, bir grup bilim adamı bir kapsülle Ay’a seyahat eder, Ay’ın yüzeyini keşfeden bilim adamları Ay’da bulunan bir mağara deliğinden içeri girerler. Sonra orada Ay’da yaşayan Ay halkı sakinlerini bulurlar… Şaka gibi film! Bunu izlersin gayet eğlenceli.

Link: https://www.youtube.com/watch?v=ZNAHcMMOHE8

İkincisi ise bu filmden 67 sene sonra gerçek Ay seyahati ile ilgili.

Neil Armstrong’u bilirsin. Ay’a ayak basan ilk insan. Neil Armstrong Ay’a iniş yaptığında NASA ile canlı bağlantı kuruldu ve tüm Dünya bu Ay seyahatini canlı yayında dinledi. Armstrong gözlemlerini falan anlatırken bir ara enteresan bir şey söyledi. O bunu söyledikten sonra NASA canlı bağlantıyı hemen kesti.

Ne demişti biliyor musun?

“Houston onlar burada, onlar burada yerin altından çıkıyorlar.”

Pardon kim nereden çıkıyor? Onlar derken? Hem yayın neden kesildi? Belki Armstrong bilimsel bir şeyler söyleyecekti? Neil Armstrong bu konuda bir daha hiç konuşmadı.

Bak her şey bir puzzle gibi. Tüm parçaları yerli yerine koyarsan resmi görürsün.

Darwin diyor ki: “Ay Pasifik’ten kopan parçadır.”

Carl Sagan diyor ki: “Ay yapaydır.”

Gordon McDonald diyor ki: “Ay homojen bir Küre değil. Ay’ın içi boş.”

Neil Armstrong diyor ki: “Onlar burada yerin altından çıkıyorlar.”

Jules Verne ise düşüncesini filme almış: “Ay’ın içinde yaşam var.”

Bugün Ay hakkında konuşulanlar arasında farklı söylentiler de var. Deniliyor ki, Ay’ın hacmi Dünya’nın hacminin %2’sidir. Ay’ın yapısal bütünlüğü titanyuma benziyor ve Ay’ dan sürekli bir “ÇIN” sesi alıyoruz. Yüzeyine “su buharı” çıkışı tespit edilmiştir vesaire…

Demek o deli fikir adamlarının teorilerinin Ay tarafından desteklenen birçok karşılığı varmış. Bilmiyorduk, özür dileriz. Deli değilmişsiniz.

Ay için karşılıklı olmak üzere çok doneler ortaya çıktı.

Bak biz Ay’ı sadece bir uydu sanıyorduk. Ama çok ünlü fikir adamları Ay için çok başka düşünceler içindeymiş.

Acaba ünlü bir fikir adamı olmak için mi deli olmak gerekiyor yoksa deli olduğun için mi ünlü bir fikir adamı olabilirsin?

Sen deli görmemişsin. Şimdi beni izle…

Küresel çapta yaşanmış bir tufan gerçeği varken, inanışta da küresel bir tufan öğretisi vardır. Küresel çapta yaşanmış tufandan sonra bir türlü bulunamayan bir ülke varken, inanışlarda da küresel çapta yaşanan tufandan sonra bir türlü bulunamayan Nuh’un gemisi vardır.

Amerika’da Nuh’un gemisini aramak için kurulan kulüpler dahi açılmıştı.

İster yabancı ister yerli araştırmacılar olsun fark etmez. Gemiyi şurada bulduk gemiyi burada bulduk diye ekranlarda yapılan açıklamaları izlerken, sırıtarak göbeğimi kaşıyorum.

Bir de Kur’an ilmi üzerine açıklamalar yaptıklarını söyleyen bazı araştırmacılar var. Kur’an ilmi diye lafa başlayan bu tuhaf adamlar, bir bakıyorsun pat diye Tevrat’ta bu konu şöyle geçiyor falan diye lafa devam ediyor.   Oysa Kur’an “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” “Bu kitap size yeter” dediği halde neden onlar Yahudilerin kendi eliyle yazıp uydurduğu İsrailiyat tarihine bakıyor?

Evet, bende Yahudi olduklarını düşünüyorum.  Onlar Kur’an’dan o kadar uzak ki tarif edilemez safhada… Atmosfer dışında uzay boşluğunda olabilirler.

Çünkü Kur’an’da Nuh’un gemisi (küresi) için şöyle der.

“Nuh’u ve inananları Küre içinde kurtardık.” “Ve Biz onu ibret alasınız diye AYIRDIK.”

Bak burada yerinden sökülüp ayrılmış olduğu söylenen bir küre vardır. Ve bu küre için “ibretlik” der. Peki, sorarım sana, kafanı dışarı çıkartıp baktığında ibretlik olan Nuh’un gemisini görebiliyor musun? Hayır. Ama ibret olacaksa senin bunu görebiliyor olman gerekmiyor mu?

Allah niye öyle desin ki? Allah hata yapmayacağına göre demek ki biz geri zekâlıyız. Kızıyorsun belki ama bunun başka açıklaması yok. Gemi gözlerimizin önünde olduğu halde onu göremiyorsak ya geri zekâlıyızdır ya da körüzdür.

Ayetlerde o küre için asla ne “gemi” der ne de “Cudi dağına indirdik” demez! Sadece “JUDY” der. Kimileri de Ağrı Dağı der. Oysa ayetlerde “Ağrı” sözü hiç geçmez. Geçen sözcük Judy (Cudi) dir.

Judy (Cudi) sözcüğünün kendi başına Arapçada dağ anlamına gelecek bir karşılığı yoktur. Fakat UZAK, IRAK anlamlarına gelir. BAK ŞİMDİ BAK!

Aynı sözcük Malaycada “ATMOSFER” anlamına geliyor. Çaktın mı?  Arapçasında tufandan sonra “Dünya’dan AYIRDIK” ayetinde uzaklık sözcüğü için kullanılan “JUDY” (Cudi) sözcüğü Dünyadan ayrılmış bir şeye böyle bir uzaklık biçer. Çünkü o küre gemi için uzak dediği yer Dünya’dan uzak olan yerdir. Ve ayetteki şu ifade bunu netleştirir. ZALİMLER TOPLUMUNADA UZAK OLSUN DENİLDİ. Zalimler toplumuna uzak olsun demek artık aynı yerde yaşamadıkları anlamına gelir.

Ayet şimdi ne demek istemiş olur?

Biz de yerleştirdik onu atmosferin ötesine.” Demiş olur.

Bak gördün mü? Ay dediğimiz gök cismi şimdi nasıl da ibreti âlem oldu?

İki gözü olan bir Japon ve bir İsveçli de aynı gemiyi zaten görmekte. Unutma Allah hata yapmaz. Kullar hata yaptırır.

Kur’an’dan ayrılanların, kayboldukları çıkmaz yol gerçek bir labirenttir. Ne kendileri o labirentten çıkabiliyor ne de onları izleyip dinleyenler doğru yolu bulabiliyor. Oysa ayet çok açık. Diyor ki: “Biz onu ibret alınsın diye AYIRDIK”. Bu ayete göre Nuh’un gemisi ne bir dağ başında olabilir ne de bir dağın altında olabilir!

Ayete göre ibret alınması için o gözler önünde olmalıdır. İsveç’ten bakan da ibret almalıdır. Japonya’dan bakanda ibret almalıdır. Yoksa nasıl ibret alınsın?

Akıl tutulması yaşanan başka açıklamalar da var. Nuh ve inananlar büyük tufandan bir “SAL” üzerinde kurtulmuş. O sal nasıl bir sal ise… Hem insanlar binmiş olmalı hem de her hayvan.

Üstelik çiftler halinde bindirilmiş olmalı. Öyle çift deyince aklınıza sadece bir erkek bir dişi gelmesin. Çiftler sözcüğü bir erkek bir dişinin de çifti olması gerektiği anlamına da gelir. Mesela 2 erkek aslan 2 dişi aslan, iki erkek öküz iki dişi öküz, 2 erkek gergedan 2 dişi gergedan… Hadi tek tek olsun. Yahu bunları sala nasıl bindireceksin? SALMI? Bunları da salla gitsin.

Kur’an ayetleri diye lafa başlayıp, İsrailiyat hikâyesiyle yola devam edenler bir çeşit Yahudi tuzağına düşmüş olurlar. Sen bunlara inanma!      

Ay için ortak fikir neydi?

1- Yapay olduğu.

2- İçinin BOŞ olduğu.

3- İçinde yaşam olduğu.

Sen hiç Ay’ın hem görünen yüzünde hem arka yüzünde bulunan devasa kraterlerin neden olabileceğini hiç düşündün mü?

Bilim adamları bunlara meteor çarpması diyor. Bu kısmı doğru. Ben ise sana meteorların Ay’a o darbeleri ne zaman açtığını anlatacağım.

ATRON çarpıştırıcısından ortaya çıkan aşırı yük, kuvvetli bir kütle çekim etkisi yarattı. O kütle çekim etkisi Dünya’nın kütle çekim gücüyle birleşince, Dünya’ya en yakın olan gök cisminin yörüngesinin bozulmasına sebep oldu. Yörüngesi bozulan o gök cismi ise, Dünyanın demirden oluşan ilk doğal uydusuydu. Yani ilk Ay’ımızdı.

Dünyada artan bu kütle çekim kuvveti ilk doğal Ay’ımızın Dünya atmosferine giriş yapmasına sebep oldu. Atmosfere giriş yapınca birkaçı ağır tonajlı olmak üzere binlerce parçaya ayırıldı. Atmosferden girerken hızını iyice alan yüzbinlerce tonluk demir kütleleri “Pasifik Okyanusu” ve Arjantin Campo del Cielo bölgesine milyon tonluk bir şiddetle düşüş yaptı. (Ay’ın yüzeyindeki o meteor izlerinin geneli tam bu zaman oldu.)

Bu şiddetli düşüş büyük bir baskıya sebep oldu ve Mu kıtasının (şu anki uydumuzun okyanus tabanında bulunan doğal gaz odacıklarının patlatmasına sebep oldu. Dünyanın da 23 derece eğilimine sebep olan bu büyük şiddet, içi demirden yataklarından arındırılıp titanyum ile kaplanmış MU kıtasının bir uçan balon gibi göklere yükselmesine sebep oldu.

Titanyum ile kaplandı çünkü hem hafifti hem alacağı ağır darbeleri söndürebilecekti -ki o kraterlerin büyüklüğünü Ay’a bakarak görmelisin- Üstelik titanyum ile kaplanması manyetik alandan etkilenmesine engel olacaktı. Bu da bir mühendislik işidir.

Çünkü Nuh’un hesaplarına göre çarpıştırıcının süper iletken mıknatısları, Dünya’nın da çekim kuvvetiyle birleşince tüm metalleri hızla kendine (bugünkü Moritanya’ya) çekecek bir manyetik alan oluşturacaktı. Bu sebeple Mu kıtasının içi demir yataklarından tamamen arındırılmıştı. Moritanya demişken, gerçekten de bugün Moritanya çok büyük demir madeni yuvasıdır. Hatta bir rekoru bile vardır. Bu rekor 3 km uzunluğunda demir cevheri yükü çeken bir trene aittir.

Sahranın Gözünde bunlar gelişirken Al Udeid Füzyon Reaktörü tesisi temelinden oynamıştı. Çelik duvarlar çatlamış ve onlarca Güneş enerjisine denk cehennem sıcağı, yarılan çatlaktan güney yönüne boşalmıştı. Helyumunun yakıcılığı ve trityumun öldürücülüğü ile Dünya iki yakadan, Doğu ve Güney cephesinden çepeçevre sarılmıştı.

Daha önce dediğimiz gibi, Nuh dahi derecesinde yüksek mühendisti. 

Gökteki doğal olan ilk Ay’ımız Dünya’ya inerken, kayıp sanılan Mu kıtası, Dünya’nın yeni uydusu olma görevini üstlenmek üzere gökyüzüne çıkıp Dünya’nın ağına takıldı ve adı YAPAY AY oldu.

“Gökten ne iniyorsa ve Göğe ne çıkıyorsa hepsi O’nun ilmindedir.”

Dünya ve Ay’ın aynı halde saat yönünün tersine dönüyor olması, Ay’ın uzay boşluğundan değil, Dünya’dan yukarı çıkmış olmasının başka bir ispatıdır. Bunları daha önce ki Nuh yazımda anlatmıştım. En sonda onun da linkini vereceğim. Ama ondan önce,

Dünya’da tufanın etkisi belki yüzlerce belki binlerce sene sürdü. Dünya eski yaşanabilir formuna döndüğünde, yüksek teknolojiye sahip MU ülkesi sakinleri “Selenistler” yeryüzünde yeniden yaşamın tohumlarının atılmasına yardımcı oldu. Unutmadan Dünyayı sürüngenler (reptilian) yönettiği söylencesi yaygındır ve inananları çoktur. Hah işte o sürüngen diye tanımlanan kişiler Selenistlerdir. İnsanlığı köleleştirmek gibi bir gayeleri olduğu söylenir. Bu düşünce böyle bir gerçekliğe birileri tarafından uydurulan fantastik bir gerilimdir.

Hani güzel bir laf vardır. “Tüm güzel hikâyeler biraz abartıyı hak ederler.” Reptilian kısmı ve insanlığı köle etme fikri bunun abartısıdır.

Bu düşünceye sebep olan şeyin temelinde olan, aslında senin var oluşunla ilgilidir. Senin, benim, bizim, hepimizin ataları onlardır. Bizim üst soyumuz olmamızdan sebep zaten bizim için onlar efendi babındadır.

Köleleştirme efsanesinin altında yatan gerçek, onların üst soy olmasıdır. Sürüngen denmesinin sebebi hayvani bir sürüngen oldukları için değil!

1- Görünüşleri bizden farklı olduğu içindir. Kur’an’da Araf Suresi 69. Ayetinin ikinci cümlesinde buna şöyle atıfta bulunulur.

“,,,O’ Nuh kavminden sonra sizi halifeler kıldı ve yaratılış bakımından sizi çok geliştirdi.” 

Ayete göre Nuh kavmi bizden farklı bir fiziksel yapıya sahip olmalı. Çünkü ayetin sonunda onlardan sonra hâkimiyet verilen bize, farklı bir halde geliştirildiğimiz söylenmektedir.

Biz kendimize benzeyemeyen bir şeyi hakir görme eğiliminde bencil bir karaktere sahibiz. Oysa Nuh kavmi akıl, medeniyet, teknoloji ve kuvvet bakımı açısından bizden çok üstünler.

2- NASA ve CIA gibi kurumlar dışında, bizlerin onların varlığından haberdar olduğu ilk an, Neil Armstrong’un “yerin altından çıktıklarını” söylediği andır. Onlar yerin altında yaşamak zorunda kaldıkları için kendilerine böyle tanımlama getirilmiştir.

Farklı bir kulvarda birde şöyle bir konu var. Bugün NUH dediğimiz adamı ve onun yoldaşlarının gezegeni olan AY’ ı, Yahudilerin yalanlarında “Nibiru” gezegeni olarak okursun. Nibiru hikâyesi, gerçeği saklamak için uydurulmuş hedef şaşırtmacasıdır. Öyle bir gezegen yoktur. Asıl olan gökteki Ay’dır.

Evet sana anlatacaklarım bu kadar.

“Hiç böyle şey mi olur? Ay Dünyadan bile yaşlı ne alaka şimdi?” mi diyorsun? Şayet diyorsan: Aklında olanlar bir hile! Tüm nedenlerinin çıkış kapısı kilitli. Sen bilimsel bir zehirle zehirlenmişsin. Tıpkı şifa diye bedenine iteledikleri covit aşısı gibi.

Benimle bu yolculuğa çıkarken de benzer şeyler düşünmüştün. Üstteki bilgiler doğru kişiyle yol arkadaşlığı yaptığının kanıtı değil midir? O bilgileri sana bilim adamları mı verdi? Bilim adamları bırak sana bilgi vermeyi, bu bilgiyi senden ciddi ciddi sakladılar. Bilgiyi hiç saklamadan herhangi bir karşılık beklemeden aktaran bendim. Benden de bilgiyi esirgemeyen Allah’tı. Bu bilgilerin kaynağı ise sadece Kur’an’dı.

Bak sana o üstteki bilgilere nasıl ulaştığımı, beni bu sürece neyin soktuğunu göstereyim. Göstereyim ki “Mu küresi” (Nuh’un küre gemisi) konusunda da bana itimat et.

Tüm Kur’an’da bir sözcüğü iki ayrı yerde iki kez anan iki ayrı ayet vardır. O sözcüğünün Arapçası şu: التنور

Okunuşu ise, “altanuur” anlamı ise “sıcak kazan-fırın-ocak” gibi anlamlara gelir. Sahra’nın Gözü’nün ne olduğunu izah ettiğim bir çalışma vardı. Zülkarneyn kıssası ile alakalı. O çalışmada Sahranın Gözünün geçtiği bir ayet vardır. Hani Zülkarneyn Güneşin battığı yere varında Güneşi kara balçıklı bir gözeye batarken gördü diye tercüme edilir. Baştan sonra yanlış olan bu tercümede bahsi geçen kara balçıklı göze ifadesinin aslında, Sahranın Gözünü anlattığını ayet, tarih, coğrafya ve matematik eşliğinde yazıp yayınlamıştım.

Not: Zülkarneyn’in gerçek kimliğini bilmek istersen ve başından geçenleri merak ediyorsan buraya link bırakıyorum.

Link: https://www.kuran19.org/2024/12/tum-zamanlarin-gercek-krali/

Ben o yazıyı yazdım fakat “Sahranın Gözü” ile henüz işimiz bitmemişti. Çünkü bana kocaman gözüyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Sanki diyordu ki: “Sence ben, sadece insanların poz verdiği bir ziyaret merkezi miyim? Bende daha ne gizemler var…”

Ben onu inceledikçe bu görüntüde yanlış olan bir şeyler olduğunu gördüm. Yaptığım incelemeler sonrası Sahra’nın Gözü’nün doğal değil, yapay bir yer şekli olduğunu kavradım. Orası doğal değildi. Sonra buna ne sebep ne olabilir diye düşünürken, aklıma Hz. Nuh ile ilgili bir ayet geldi.

Şu ayet. “Emrimiz sonucu ‘fırın parlayıp alev aldığı’ zaman (Nuh’a) dedik ki:” Sonra buradaki “fırın” sözcüğünün tüm Kur’an’da iki kere geçtiğini gördüm.

“Acaba aynı fırın mı iki kez anılmıştı yoksa iki kez anılması iki fırın olduğu anlamına mı geliyordu?” merakıyla, Afrika’yı didik aradım fakat Sahra’nın Gözü’ne benzeyen başka ilginç bir görüntü bulamadım. Yine fakat! Bu Afrika taramasında başka bir gizemli keşifte bulundum. O keşif ise Hz. Yunus ve Balık kıssasını yazmama sebep olan keşifti.

Kıssa ile ilgili buraya link bırakıyorum.

Balığın boyu tam 584 m. İnanmazsan kendin bak.

Link: https://www.kuran19.org/2025/01/resul-yunus/ 

Konuya dönecek olursak, Afrika kıtasından sonra tuttum Arabistan sahrasına baktım. Bir de ne göreyim? İşte oradaydı. Coğrafik şekli, çapı, genişliği aynen Sahra’nın Gözü’nün özelliklerine benziyordu. O zaman ayetlerde neden iki kere fırın sözcüğü geçtiğini anlamış oldum.

Buradan hareketle, eski zaman medeniyetlerinin çok üstün bir teknolojiye sahip olduğu bilgisine zaten daha önceki Nuh araştırması çalışmasında tanık olmuştum.

Kur’an’ da ise şöyle geçer. “Sizden önce nice medeniyetler yok ettik. Onlar gelişmişlik bakımından sizden çok daha üstündüler.”

Nuh yazısı linki:  https://www.kuran19.org/2018/01/3725/

Linkteki Nuh yazısında, bu yazıyıda kasayacak olan bir çok hesaplama göreceksin. Ayetlerle Nuh ve Mu kıtası matematik hesaplamasını, Coğrafya ve matematik hesaplamasını ve tüm bu teoriyi belgeleyecek olan “19” ölçüsünü göreceksin.

Allah ibret olsun diye Nuh’a ağaçtan mı gemi yaptırmış? Üstelik gemi avcısı Marvin’ de gelsin Nuh’un gemisini çalsın.  Olacak iş mi bu?

Kendi küçüklüğümüzle Allah’ı sorgulayacağımıza Allah’ın büyüklüğü ile neler neler yapılır onu hayal etmelisin.

Yazan ve sunan “Erdoğan Metin”

Editör: “Miraç B. Metin”

kuran19.org

Not: Kur’an 36/21